16 yaşındayken ailesiyle birlikte Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan 49 yaşındaki Cengiz Ceylan, Türklerin o yıllarda Bulgaristan’daki yaşam koşullarını anlattı
Ceylan Bulgaristan’daki tüm mal varlıklarını bırakıp, sadece gururla “Türküm” diyebilmek için ve asimile olmamak için Türkiye’ye göç ettiklerini belirterek “Bizim tek servetimiz Türklüğümüz” dedi.
Bu hikayede Cengiz Ceylan, nineden kalma bir göç mirasının 3. kuşağını yaşatıyordu.. Cengiz Ceylan’ın ninesi ve ninesinin kardeşleri annelerinin ölümünden sonra babalarının bakımına kalmıştı. Baba, 2’si bebek 4 çocukla hayata tutunmaya çalışırken, Bulgaristan’daki yaşam koşullarına daha fazla dayanamayacağını anladı ve iki yetişkin evladını yanına aldı, bebek olan ikisini ise Bulgaristan’da yaşayan bir Türk aileye evlatlık olarak vererek 1938 yılında öküz arabalarıyla Türkiye’ye göç etti.
İki erkek çocuğu ile Türkiye’ye göçen baba, Keşan’da yeni bir hayata başladı. Bulgaristan’da kalan iki çocuğu ile bağlantıyı da her ne kadar koparmak istemese de mektuplaşmaktan başka bir iletişim yolu bulamadı.
Yıllar geçti… Cengiz Ceylan dünyaya geldi. Bulgaristan’ın Dobruca isimli sahil kasabasındaki bir köyde, kendi mülkleri olan evlerinde yaşıyorlardı. Besledikleri hayvanlar vardı. Kendi ekonomik özgürlükleri vardı. Babası tarafından bebekken Bulgaristan’da evlatlık olarak verilen ve Dobruca’dan hiç kopmayan ninesine çok bağlıydı. Cengiz Ceylan orada bir Spor Akademisi’nde okuyordu. Akademide güreş sporu üstüne yoğunlaşan Ceylanın hedefi başarılı bir güreşçi olmaktı. Okulda sporun yanı sıra mesleki dersler de görüyorlardı. Ceylan, güreş sporunu 30’lu yaşlara kadar yapmayı, sonrasında farklı bir meslek üzerine çalışmak istiyordu. Fakat o yıllarda, topraklarındaki Bulgar hakimiyeti zorbalığa dönüşmeye başlamıştı. Bulgarlar, kendi sınırları içinde Türk vatandaş istemiyorlardı ve onlara çeşitli zulümler yapıyorlardı.
Çocuklar 3 yaşına geldiğinde, onlar için eğitim hayatı başlıyordu. Türkler’e ve Müslümanlar’a olan düşmanlık daha ana okulunda kendini göstermeye başlıyordu. Ana okuluna başlayan her erkek çocuğa sünnet kontrolü yapılıyordu. Sünnet olan çocuklar tespit edildiğinde ailesine Bulgar askerler tarafından dayak atılıyordu ya da anne babalar hapis cezasına çarptırılıyordu. Türkler Bulgaristan sınırları içerisinde her yönden 2. sınıf insan muamelesi görüyordu. Okullarda eğitim öğretim Bulgarcaydı. Bulgarca bilmeyen boşuna gidip geliyordu. Okullarda Bulgar kadar Türk de vardı. Fakat derslerde Türk tarihine yer yoktu.
Bulgaristan, Türk ve Müslüman kimliğini tamamen ortadan kaldırarak, kendi halkının asimile olmasının önüne geçmek istiyordu.
BULGAR ZULMÜNÜ ANLATTI
Bulgarlar evlere girip Kuran-ı Kerim’leri saklanan yerlerden çıkarıp topluyorlardı. Camilere kilit vurmuşlardı ve artık kutsal mekanlardan ezan seslerinin yükselmesi yasaklanmıştı. Müslümanlar din değişikliğine zorlanıyordu.
O dönemde yaşananları Cengiz Ceylan şu sözlerle anlatıyor:
“Müslüman Türkler’e Bulgarlar tarafından her konuda zorbalık yapılıyordu. İbadetlerimizi ne kutsal mekanlarımızda ne de evimizde gerçekleştirebiliyorduk. Kutsal kitaplarımız elimizden alınıyordu. Camiler yıkılıyor, kapatılıyordu. Ölülerimizi mezara gömerken bile dua okuyacak imam bulamıyorduk. Gömdükten sonra dini bir tören yapmamıza izin yoktu. Mezar kapandıktan sonra oradan hemen ayrılmamız isteniyordu. Mezarlıkları ziyaret edip dua etmemiz bile yasaktı. Ölüye saygısı olmayanın diriye saygısı olur mu? 3-5 arkadaş sokakta bir köşede oturalım, hemen askerler gelip kimlik soruyordu. Kaç yaşında olursan ol, ister kadın ister erkek ol, eğer ki Türksen yumruğu, tekmeyi yiyorsun. Zaten sonra isim değişikliği şartı getirdiler. Adım Cengiz’ken Dimitar Aleksiev oluverdi. Alışamadığım için Dimitar Aleksiev diye seslendiklerinde bakmıyordum fakat kimliğimde artık bir Bulgar ismi olduğu için çok zorluk yaşamam diye düşünüyordum. Yalnız sokakta Türkçe konuştuğunu gören, duyan olursa vay haline… Örneğin 10’dan sonra dışarı çıkma yasağı var. Bir akşam biz 3 çocuk saat 9 gibi sinemadan çıkmış evlerimize gidiyorduk. O dönemde kırmızı bereliler vardı. Sokakta sıkıştırdı bizi, “Çıkarın kimlikleri’” dedi. Baktı kimlikte Bulgar ismi yazıyor, bu sefer de “Türk müsün?” diye sordu. Çocuktuk, dayak yememek için “Hayır Türk değiliz” dedik ama damarlarımızda Türklük kanı coşkuyla akarken bizim bunu inkar etmemiz içimizi de cayır cayır yaktı. Zaten asker de bize inanmadı ve Bulgar dayağından yine kaçamadık. Evlerde hep göç konuşuluyordu. Ailemiz, yakınlarımız artık Türklüğü inkar etmekten bıkmıştı. Gururla “Türküm” diyebileceğimiz ve tüm benliğimizle ait hissedebileceğimiz bir vatan özlemi çekiyorduk. İbadetimizi huzurla yapabilmek istiyor, korkusuzca sokaklarda yürümek, adabıyla, kendi dilimizde eğitim görmek istiyor ve mesleğimizi hak ettiğimiz gibi icra etmek istiyorduk. Bir yandan Bulgarlar evlerimizi yağmalıyordu. Onlara sorsan bu yağma değildi ama diyelim şimdi bir ineği 10 bin liraya satıyorsun, ama Bulgar geliyor 200 lira değerinde bir para atıyor, ineği de alıp çıkıyor. Yaptığın işi değerinden çok aza mal ediyorsun. Böylece ekonomik olarak da zorlanıyorsun. Ne işte, ne evde, ne sokakta huzur var. Sürekli tedirginiz, sürekli korkuyoruz, kaçıyoruz. Bu zulümden bir an önce kurtulmanın yollarını arıyorduk. 1978 yılında zor bela pasaportlarımızı çıkardık. Türkiye’ye göçecektik. Ninemin bebekken ayrıldığı kardeşlerine haber gönderdik. Bizi Türkiye’de Keşan diye bir yerde memnuniyetle karşılayacaklarını bildirdiler. Fakat o sene sınırlar kapandı. Hayallerimiz de başka bahara kaldı ama oradan ayrılma kararımızı kafaya kesin olarak koymuştuk. Kalsak yaşayamaz mıydık Bulgaristan’da? Yaşardık. Belki şu yıllarda rahata kavuşmuş olurduk, ekonomimiz daha iyi olurdu, belki ibadetimizi de rahatlıkla yapabilirdik ama biz can-ı gönülden Türklüğümüzü savunmak için, göğsümüzü gererek “Türk’üz!” demek için, sahip olduğumuz her şeyden, malımızdan mülkümüzden vazgeçtik, sonunda 1990 yılında 2 bavulla Bulgaristan’dan Türkiye’ye göçtük. Eşyalarımız, hayvanlarımız hep geride kaldı. Bizi sınıra kadar akrabalar getirdi. Sınırda nakliye araçları bulduk. O dönemde o kadar çok göç var ki bu tarafa, nakliye fiyatları da bu yüzden çok fahişti. Annem babam ve biz 3 kardeşe verilen fiyatı karşılamak çok zordu. Bir kardeşim daha kundakta bebekti. Diğer kardeşim için de ücret ödemeyelim diye onu eşyaların arasına görünmeyecek şekilde sıkıştırdık. Kardeşim tüm yolculuğunu eşyaların arasında sıkışarak geçirdi. O dönemde Türkiye’nin cumhurbaşkanı Turgut Özal’dı. Sınırları da o açmıştı. Açmasaydı çok daha kötü günler yaşayabilirdik, bir iç savaş çıkabilirdi. Bizi Keşan Kılıçköy’de ninemin kardeşleri karşıladı. . Biz ninemin kardeşleri ile mektuplaşmıştık ama daha önce hiç görmemiştik. Ben sadece bir fotoğraf görmüştüm. Bizi karşılamaya geldiklerinde onları zor tanıdım. “Göçmenlik ateşten bir gömlek giymek” derlerdi ya, bunun bir de ateşten pantolonu varmış. Türkiye’ye gelir gelmez her şey güllük gülistanlık olmadı tabii…”
GÖÇÜN AYIRDIĞI KARDEŞLER
İLK KEZ BULUŞTU
Cengiz Ceylan ve ailesi Keşan Kılıçköy’e göçtükten sonra 4 ay kadar ninesinin kardeşinin yanında kaldılar. Onlardan iki sene sonra da Bulgaristan’da yıllar önce evlatlık olarak Türk bir aileye verilen ninesi, 1938 yılında Türkiye’ye göç eden kardeşlerinin yanına göçtü. Böylece bebekken göçün ayırdığı kardeşler de ilk kez buluşmuş oldu. Daha sonra babası Tekirdağ’da bir kalorifercilik işi buldu. Fakat yüzü hiç gülmüyordu. Cengiz Ceylan, babasının Bulgaristan’da yaşadıkları yüzünden hasta olduğunu düşündüğünü belirterek, “Babam Türkiye’ye geldikten 2 sene sonra kahırdan akciğer kanseri oldu” diyor. Babası kalorifercilik işi yaparken, aile Tekirdağ sahilinde bir apartmanda, kazan dairesinde, tek göz odada kaldı. Bu sırada anne de evlerde gündelikçilik yapıyordu. Ceylan, bir tanıdığı sayesinde o zamanlar Güreş Federasyonu Başkanı olan Saadettin Tantan ile tanışma fırsatı yakaladı, bir süre daha güreşle ilgilendi fakat maddi yetersizlikten dolayı yine bırakmak zorunda kaldı. Daha sonra askere gitti. Siirt’te jandarma olarak vatani görevini yaptı. Kanserden vefat eden babasının ardından ekonomik zorluğa düşen ailenin annesi evlerde merdiven silmeye, çocuk bakmaya, temizlik yapmaya devam etti. Cengiz Ceylan bu ekonomik mücadelede annesini yalnız bırakmadı. Bakması gereken kardeşleri vardı. Babasının ardından kaldıkları yeri su bastığı için farklı bir yere taşınmak zorunda kaldılar. Bu kaldıkları yerde yaşamak daha zordu. Yine tek odalı ve birinci kat bir evin her yerinde fareler dolanıyordu. Bu sırada dayısının çocuklarından bir iş teklifi aldı. Bir lastikçi dükkanları vardı. Burada çalışıp lastikçiliği öğrenmesi gerekiyordu. Diğer insanların 8 yılda öğrendiği işi çalışkanlığı sayesinde 10 günde öğrendi Cengiz Ceylan. Lastikçi dükkanı hafta sonları da açılmaya başlandı, işler yoğunlaştı ve iş yeri sahibi hafta sonlarındaki hasılatı tamamen Ceylan’a vermeye başladı.. Ceylan tüm gücünü çalışmaya veriyordu. Teknoloji bu kadar gelişmiş olmadığı için kocaman kamyon, traktör lastiklerini yüzde 90 insan gücüyle kaldırıyordu. Bir yandan da tarlada yevmiye ile çapa yapıyordu. Daha sonra bir arkadaşı aracılığıyla YSK Center’a, (o zamanın MAXI’si) güvenlik görevlisi olmak için başvuru yaptı. Cengiz Ceylan “Hiç beklemiyordum ama ilginç bir şekilde hemen ertesi gün görüşmeye çağırdılar ve beni işe kabul ettiler.” Diye belirtiyor o günkü düşüncelerini. Ceylan MAXI güvenlik görevlisi olarak işe başladı ve o günden sonra her şey yolunda gitmeye başladı, böylece Cengiz Ceylan için bir kariyer yolculuğu başladı. Bu işte de başarısını gözler önüne seren Ceylan gün geçtikçe işinde yükseldi ve MAXI’deki 12. yılının sonunda AVM müdürü oldu. Hayatını düzene sokan Ceylan daha sonra evlendi ve baba oldu.
“BULGARİSTAN’I ÖZLEMİYORUM”
Birkaç ay önce doğduğu yeri ziyaret eden Cengiz Ceylan, çifte vatandaş pasaportuyla birçok Avrupa ülkesine yolculuk yapabiliyor. “Bulgaristan’daki yaşamınızı özlüyor musunuz?” diye sorduğumuzda, “Hiç özlemiyorum, iyi ki de geldik” diyen Ceylan sözlerine şöyle devam ediyor: “Buraya göç etmenin zahmetli olacağını biliyordum. Ama her şeye rağmen ille de vatanım. Kendimi buraya ait hissediyorum, göğsümü gere gere Türklüğümü savunabiliyorum. Korkusuzca ellerimi göğe açıp dua edebiliyorum. Sağlık hizmetimi sorunsuz alabiliyorum. Bulgaristan’da Bulgarca bilmiyorsan sağlık hizmeti alman imkansız. Yanında tercüman bile olsa doktor illa ki hastadan şikayetini Bulgarca dinlemek istiyor. “Bulgarca bilmiyorsan bakmıyorum” diyebiliyor. Vatani görevimi Türkiye’de yapabildiğim için gurur duyuyorum. Bulgaristan’da bir Türk olarak askerlik yapmak zordur. Çünkü orada Bulgarlar rütbeli askerdir. Türkler’i ise inşaatlara ağır işlere gönderirler. Burada çocuklarım okullarında huzurlu ve rahat eğitim öğretim görüyor. Biz orada bir Türk olarak okusaydık, Bulgar okullarında verilen eğitimlerde yalan yanlış bir Türk tarihi öğrenmiş olacaktık. ‘Türkler astı, kesti’ cümlelerini çok duyacaktık…
“KİN GÜTMÜYORUM”
Günümüzde Türkiye’de çok fazla Bulgar yaşadığını veya Bulgarların alışveriş için, turistik ziyaret için ülkemizi ziyaret ettiğini belirten Ceylan, “Bazen yaşadıklarımın diyetini onlara ödetmek istiyorum ama misafirperverlik ve hoşgörü bizim genimizde var olacak ki hiçbir ırka hiçbir devlete kin gütmüyorum. Bulgarların bize ve aileme yaptıklarını unutamıyorum ama yaşadığım şehrin kucağında bir şekilde avunuyorum. Geçtiğimiz aylarda Bulgaristan’ı ziyaret ettim. Evet bir şeyler değişmiş. Halk daha saygılı. Türklere karşı olan davranışlarının eskisi gibi olduğunu sanmıyorum. Türkiye Cumhuriyeti her milletten, her dinden, her dilden insanı kucaklayan bir devlet. Ermeni’yi de, Suriyeli’yi de, Alman’ı da, Yunan’ı da, Bulgar’ı da, Arap’ı da, Rus’u da, Yahudiyi de, Hıristiyan’ı da ülkemizde kabul ediyor ve ne dillerine ne dinlerine saygısızlık yapmıyoruz. Osmanlı Devleti 500 sene Bulgar topraklarında yaşadı fakat hiçbir millete zorbalık yapmadı. Aynı saygıyı geçmişte de gelecekte de her devlet, her millete gösterebilseydi keşke. Toprak nedir ki? Sonuçta hepimizin gideceği bir son durak. Sınır dedikleri nedir? Sınırsız bir saygı ve sevgiyle her birey, her millet mutlulukla yaşayabilir, çocuklarını huzurla büyütebilir… Ayrımcılığın ve savaşın olmadığı günler dilerim.”
Özge Ebecek